Buraya nereden geldik?


29 Ekim 1923’te ilan edilen cumhuriyet, aslında cumhuriyet değildi. Yönetimin halka ait olduğu, halkın tercihlerine göre şekillendiği bir rejim değildi bu. Bilakis; halkın, kaba güce dayalı yönetimin ideolojik tercihleri doğrultusunda zorla 'şekillendirilmeye' -toplumsal farklılıklar yok sayılarak herkesin aynı şekle sokulmaya- çalışıldığı jakoben/dayatmacı bir TEK PARTİ (Cumhuriyet Halk Partisi) rejimi, hatta TEK ADAM (Önce Mustafa Kemal, sonra İsmet İnönü) diktatörlüğü idi. “Atatürk’ün kurduğu cumhuriyete nasıl diktatörlük dersin?” diye itiraz etmesin kimse; bizzat Mustafa Kemal de öyle diyordu (ama Fransızca): “Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir dictature manzarasıdır. Vakıa bir meclis vardır. Fakat dahilde ve hariçte bize dictature nazarıyla bakıyorlar.” (Kaynak: Osman Okyar-Mehmet Seyitdanlıoğlu, Fethi Okyar’ın Anıları: Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye / İş Bankası Yayınları, 1997)

1946-1950 yıllarında çok partili sisteme geçildiyse de,
dictature manzarasına dönüş gecikmedi. 

27 Mayıs 1960. Askerî darbe. Milli iradenin temsilcilerine vurulan zincirler. Hukuksuz mahkemeler. Başbakan ve iki bakanın idamı. Halkın demokratik tercihleri, sivil meclis ve hükümetlerin demokratik muameleleri üzerinde askerî/bürokratik-yargısal vesayet kurmaya matuf (ana)yasal düzenlemeler. İsmet Paşa’nın İkinci İnönü Savaşları sırasında bir grup subaya verdiği nasihat ve sırrın gereği neyse o işte. 
“İçinde bulunduğunuz vaziyeti bilesiniz. Bundan başka, subay olarak da yerinizi bilmelisiniz." deyip padişahın ve yedi düvelin düşman olduğunu belirttikten sonra şu inanılmaz cümleyi kurmuştu İsmet Paşa: "Bana bakın, kimse işitmesin, millet düşmanınızdır.” (Kaynak: İnönü’nün Hatıraları: Milli Mücadele / Ulus, 17 Mayıs 1968)

TEK PARTİ / TEK ADAM rejiminin yerine ikame edilen askerî vesayet rejimi on yıllarca devam etti. 1971’de 12 Mart Muhtırası, 1980’de 12 Eylül Darbesi, 1997’de 28 Şubat “Postmodern Darbe”si, 2007’de 27 Nisan “e-muhtıra”sı. Arada daha bir sürü cuntacılık faaliyeti. Milletin seçtiği idarecilere tepeden bakan paşaların Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında veya medyada sivil hükümetlere ‘ayar’ vermesi zaten vaka-i adiye idi. Anayasa Mahkemesi vasıtasıyla demokrasinin çarkına çomak sokmak da öyle. İsmet Paşa’nın “Subay olarak yerinizi bilmelisiniz” ve “Millet düşmanınızdır” tembihini kulaklarına küpe etmiş olan ‘zinde güçler’, milli iradeye sık sık haddini bildirerek, demokrasinin ‘muvazaalı’ kalmasını sağladılar. Demokrasi, sınırlarını -Kemalist dogmalara, oligarşik çıkarlara ve kimi ‘müttefik’ devletlerin kaygılarına göre- onların tayin ettiği, onların istedikleri zaman millete verdiği ve istedikleri zaman milletten geri aldığı bir şeydi. Sahici değildi.


AK Parti iktidarının ikinci döneminde
-2007’den sonra- zayıflamaya başlayan askerî vesayet, 2016’da 15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece, FETÖ ve müttefiklerinin askerî darbe girişiminin muazzam bir toplumsal direnişle bastırılması sayesinde kesin olarak son buldu. (Eskiye dönülmemesi için gereken tedbirlerin alındığını ve alınacağını ümit ederiz.) Sair vesayet unsurları 17-25 Aralık (2013) sürecinden beri bu fonksiyonlarını kaybetmiştiler zaten. Demokrasinin gerçekten demokrasi, hukuk devletinin gerçekten hukuk devleti kılınmasına bir engel kalmamıştı artık. Darbecilerle sonuna kadar hesaplaşma zarureti de engel değildi buna. Bilakis; bu hesaplaşma, söz konusu ıslahatın bir cüzü olabilirdi ve olmalıydı.

16 Temmuz 2016 sabahı itibarı ile yepyeni bir Türkiye inşa edebilirdik. Temel insan hak ve özgürlüklerinin, çoğulculuğun, eşitliğin, adaletin alabildiğine yükseldiği yepyeni bir Türkiye. Sahici bir demokrasi. Hukuk devleti gibi bir hukuk devleti.


AK Parti esasen bunlar için yola çıkmıştı ve
-elhak- bu istikamette çok önemli adımlar attı, çok büyük hizmetlerde bulundu. Ne var ki bir müddettir başka bir istikamette yürümeyi tercih ediyor. Özgürlük ve adaletle ilgili sorunların çözümünü temsil etmekte iken o sorunları temsil eder hale gelmeyi yakıştırdı kendine. Bilhassa 15 Temmuz’dan sonra iyice yakıştırdı. Resmi ideolojiye mugayir hareketleri ‘kriminalize’ ederek hukuku siyasallaştıran eski düzeni (hatta 'parti devleti'ni) farklı bir şekilde yeniden üretmeyi, her türlü muhalif görüşe tahammülsüzlük göstermeyi ve zaman zaman bunları -tabii ki başkaca gerekçeler ileri sürerek- soruşturma/kovuşturma/hapis ile bastırma yoluna gitmeyi,  kendi saflarından gelen iyi niyetli eleştirilere bile ihanet damgası vurmayı, düşünce ve ifade özgürlüğünün alanını türlü çeşit yollarla -mesela medyada tekelleşme yoluyla- daraltmayı ve terörle mücadelede kurunun yanında yaşı da yakmayı huy edindi. Üstelik, eski Türkiye’nin ‘rantiye’ düzenini de yeniden üretti. Hiçbir nasihat, tavsiye, itiraz ve ikaz kâr etmedi; dönmedi ve döneceğe benzemiyor bu yoldan.

Senelerce AK Parti’nin içinde veya yanında aşk ve şevkle yer almış olup da gelinen bu noktada derin bir hayal kırıklığı yaşayanlar “Ne yapacağız?” diye soruyor. Evet, ne yapacağız?
Üzülmekle, hayıflanmakla mı kalacağız? Yapanlar ‘bizimkiler’ diye fenalıkları sineye mi çekeceğiz? Sırf ‘ötekiler’ yapınca mı karşı çıkacağız fenalıklara? (Bu soru, zulmün ayyuka çıktığı tek parti rejimini yahut askeri-bürokratik vesayet düzenini hasretle yad ederek ve sahiplenerek ‘Elimize fırsat geçerse aynısını yine yaparız’ mesajı veren kimseler için de geçerli tabii.) Herkesin -ama kesinlikle herkesin- hakkının hukukunun gözetildiği adil bir düzen kurma gayretinden geri mi duracağız? 15 Temmuz Direnişi ile doğan o muazzam imkânın heder edilmesini ağlayıp sızlayarak seyir mi edeceğiz? Yoksa, o muazzam imkânı hakkıyla değerlendirmek, sahici demokratik hukuk devleti potansiyelinin hakkını vermek, özgürlük ve adaleti alabildiğine yükseltmek için üzerimize düşeni yapmak üzere silkinip harekete mi geçeceğiz? Ben sonuncusundan yanayım. Gelecek Partisi’nin kurucuları arasında yer alışım öncelikle bundan.

NOT: Şimdilik burada, yazihane2020.blogspot.com adresindeyim. Takipte kalmayı uygun görürseniz sevinirim. Selamun aleyküm.

Hakan Albayrak
albayrakhakan@gmail.com






Yorumlar

Yorum Gönder

Nasipse bütün yorumlar okunur. Okunan her yorum burada paylaşılmayabilir. Yazarı meçhul yorumlar hiç paylaşılmaz.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gayret kemerini kuşanmak

"Aya'a roket atmak gibi bir şey" (İlk yerli otomobil DEVRİM'in hikayesi)